Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Evkuran, Sünnilik üzerine kapsamlı bir yazı kaleme aldı.
Bu yazıyı bir Sünnîlik fetişizmi olarak görebilecek okuyucular için belirtmeliyim ki Sünnîlik gökten inmiş bir kimlik değildir. Tarih boyunca Müslümanların dinî ve toplumsal tecrübeleri sonucu oluşmuş ve elan kurulum aşamasında kapsamlı, ucu açık bir sistemdir. Din-tedeyyün, vahiy-kültür ayrımının farkındayım ve bir mezhebi İslam’la özdeşleştirmenin de onu dinin dışına atmanın da yanlış olduğuna inanırım. Bir yaşanmışlık olarak Sünnîliğin nasıl olup da tarihte tutunabildiği sorusu biraz insaflı ve anlayışlı yaklaşmayı gerektirmektedir. İnsan ürünü olan şeylere derhal küfür-ilhad damgası vurmak yerine, merhamet ve anlayış göstermek gerekir. Bu yazıda ise Sünnîliğin temsil ettiği değerleri ve başarılarını ele alıyorum.
‘SAVUNMASIZLIK’
Habil’in kardeşi karşısında sergilediği tutum olarak savunmasızlık, çevresindeki herkes yoldan çıksa da istikamet üzere sabretmenin dışavurumudur. Bu anlamda savunmasızlık, âşığın kendi içine çekilmesi, yalnızlığı sevmesi, başkalarının hayatlarına karışmaktan yüz çevirmesi, merakını ve ilgisini sevgilisine yöneltmesine benzer. Bir hakikatin var olduğuna inanıyorsanız yetmez, ona sahip olduğunuzu düşünüyorsanız bu da yetmez, bu düşünce sizde bir esenlik, dinginlik, bir “olma” duygusu yaşatıyorsa aşığın ruh halinin benzeri size de galebe çalar. Çok önemli ve kıymetli bir şeye sahip olduğunuz düşüncesi ve pek çok fâni yoksun iken ona sahip olabildiğiniz hissinden kaynaklanan mutluluk ve itminân, dış dünyayı gözden düşürür ve onunla ilgilenmeyi hakir gösterir. Zira dünyaya değer vermek, zaten sahip olduğu asıl değerli şeyin kaybına yol açabilir. Savunmasızlık duygusunu oluşturan şeylerden biri öyle sanıyorum ki bu hakikat tarafından “ele geçirilmiş olma” duygusudur. Aşıklar, ama gerçek aşıklar, melankoli ve hatta mazoşizm kıyılarını sık sık yoklarlar. Kendi içinde mükemmel olanı yakalamış olan ve bunu her an yaşayan biri, dış dünyanın ve çevresindekilerin hamlığına karşı ilgisizleşmeye başlar. Aşıkların toplum işlerine karşı bu “sinir bozucu kayıtsızlıklar”’ ve her şeyi/kişi aşkı için dekor/figüran gören bu halleri, sıradan insanlar yani toplum tarafından rahatsız edici bulunur. “Sana sağlanan huzur ve imkânlar olmasaydı aşkını rüyanda bile zor görürdün sen!” diyesi gelir insanın…
Savunmasızlığın diğer bir nedeni, hakikat yolcularının henüz “yolda” olduklarını kabul etmektir. Hem eğer Allah dileseydi insanların tamamı bir “ümmet” olmaz mıydı? Sünnî gelenekte ayetin farklı yorumları yapılmıştır. Hanefî –Maturidî gelenekteki yorum: “Allah insanlara özgür irade vermiştir. Kötülük yaptıklarında hesaplarını imhal etmekte ancak ihmal etmemektedir. Bize düşen hüküm vermek değil, uyarmak ve örnek olmaktır.’”Diğer Sünnî ekollerin yaklaşımı ise cebir eksenlidir. “Allah herkesin Mü’min olmasını istemedi. Bazılarının kafir olmasını dilemiştir”’ Bu okuma özgür iradeyi yok saymaktadır. Bugün Sünnî coğrafyada tekfircilik öne çıktıysa, bir “Ehl-i Sünnet Haricîliği”nden söz ediyorsak, yeterince domestike olamamış uyuyan hücrelerin aktive olmasındandır. Şiddet için tarihte olduğu gibi günümüzde de yüzlerce gerekçe bulunabilir. Ancak Sünnîlik (aslında İslam), cemiyete zarar vermeksizin çözümler üretmeyi gerektirir. İç savaşa çağrı olan ve sadece Müslümanlara zarar veren tekfiri horlanması ve ılımlılığı yüceltmesi, Sünnîliğin en büyük başarısıdır. Bunun bir de bedeli vardır. Ki zaman zaman hakikatin, kimliğe feda edilmesi bunlardan biridir.
İlk yorum ümit vericidir (ircâ). İman amelden ayrılmakta, “amelî küfür” yani bir davranışından dolayı kişiyi tekfir etme imkansızlaşmaktadır. Şu an kafir olan birinin sonradan iman etmesi mümkündür. Nitekim sahabenin durumu böyledir. Ameli imandan ayıran görüşün, amelsiz Müslümanlık (fâsıklık) tarzını meşrulaştırdığı ileri sürülmüştür. Ancak bunu savunan Ebu Hanife, Maturidî gibi alimlerin ana fikri amelsiz ve ahlaksız bir Müslümanlık inşa etmek değildi. İslam’ı ve imanı bir süreç olarak algılayan önderlerimiz, mevalinin itibarını ve haklarını korumaya çalıştılar.
Fanatizm, arayış-oluş üzere olanların bulmuş gibi yapmalarıdır. Hakikatin keşfedilen mi yoksa inşa edilen bir içerik mi olduğu sorununa girmeyelim. Onun kişideki başlıca “yan etkilerine” bakalım. Sünnîlik içinde “guguk kuşu” gibi davranan çevreler, davet edildikleri evi/yuvayı sahiplenmeye çalışmaktadırlar. Ev sahibinin (kurucu akıl) nezaketini istismar etmekte ve taşkınlık yapmaktadırlar. Dinî hakikati tekeline almak, Sünnîliğe (aslında İslam’a da) vurulan bir darbedir. Savunmasız/ilgisiz görünen Sünnîliğin tehir edilmiş, biriktirilmiş sert tepkiler verdiği hatırlanmalıdır.
MEZHEP-İÇİ ÇOĞULCULUK
İslam ekolleri arasında mezhep-içi çoğulculuğu bugüne kadar korumayı başarabilmiş yegane örnek Ehl-i Sünnet’tir. Bu onun birleştirici ve toparlayıcı yapısından ve biraz da konformizminden kaynaklanmaktadır. Sünnî yazarlara ait mezhepler tarihi literatüründe Ehl-i Sünnet cemaat, diğer ekoller ise fırka olarak nitelenmiştir. Farklı fıkıh ve kelam ekollerinin adları sıralanır. Geç tarihli eserlerdeki liste daha zengindir. Sufiler de listedeki yerini almıştır. Sünnîlik çatısı altında sayılan bu ekollerin bir araya gelerek Ehl-i Sünnet koalisyonunu oluşturduklarını düşünmek gerçekçi değildir. Aksine bu ekoller arasında (Hanefîler-Şafiîler, Hanbelîler-Maturidîler, Eşarîler-Maturidîler, Hadisçiler-Sufiler, Sufiler-Fakihler vs.) çatışmalar yaşanmıştır. Kısacası Sünnî koalisyonun gövdesindeki dikiş izleri hala belirgindir. Bu yüzden “çekiştirmeye gelmez”. Selefî saldırganlığın en çok Sünnîliğe zarar vermesinin nedeni budur. Şia ise, Selefîlerin barbarlıklarını ince göndermelerle Sünnîliğe atfetmekte ve dünya kamuoyunda imajını tazelemektedir.
Riskli bir koalisyon olarak Ehl-i Sünnet özellikle siyasal kriz dönemlerinde savrulmalar yaşamaktadır. Bunun temel nedeni, Sünnî koalisyonun, çoğulculuğa saygılı ve bunu temin edecek güce sahip iktidarların şemsiyesi altında sürdürülebilmesidir. Bu güç zayıfladığında ya da ortadan kalktığında, her fırka kendi tikel çıkarlarına dönüş yapmaktadır.
Çoğulculuk her zaman olumlu ve arzulanır bir durum olmamıştır. Öncelikle çoğulculuğu sağlayan şeyin pratikte iktidarların tutumu olduğunu görmek lazımdır. Günümüzde Ehl-i Sünnet’in kapsayıcı ve esnek tutumunu temellendirmek amacıyla Ebu Hanife, Maturidî, Eşarî ve Gazzalî gibi önderlerin eserlerine yapılan göndermeler dikkat çekicidir. Ancak bunlar sonunda birer “teolojik değerlendirme”dir ve Sünnî paradigma içinde bile eleştirilmiştir. Sözgelimi Hanbelî ekol ve Ehl-i Hadis hareketi, adı geçen alimlerin görüşlerini dine uygun bulmamışlar ve günaha çağrı yapan aşırı esnek ve tehlikeli (Mürciî) bulmuşlardır. Yeni Selefî akıma göre Maturidî ve Hanefîliğin hakim olduğu coğrafyada şirk ve bidat yaygındır ve bununla mücadele etmek cihadın önceliklerindendir. Selefi akıl yapısının tüm hassasiyeti, bidat ve şirktir. Hayatın amacı, dini saflaştırmak yani bidatleri ortadan kaldırmaktır. Diğer konular, örneğin ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal etmesi, darbecileri ve diktatörleri desteklemesi, İslam coğrafyasındaki yoksulluk, eğitimsizlik, siyasî baskı gibi konular bidatlerle mücadelenin yanında önemsizdir. Batı’nın İslam ülkelerinde devlet-dışı aktörler olarak neden bu tür gerici ve hastalıklı yapıları desteklediği açıktır. Mısır’da Selefîlerin demokrasi talep eden Müslüman Kardeşler’e karşı darbecileri desteklemesi, Sünnîlik adına bir skandaldır. Selefîliği Vehhâbilikle özdeşleştirerek, bu utançtan Sünnîliği tenzih etmeye çalışmak beyhudedir. Selefilik ve Batınîlik, kuşatıcı bir kimlik olan Sünnîliğin çok uzağında değildir çünkü. Ayrıca bunları uzak kimlikler olarak görmek Sünnîlikteki izlerinin fark edilmesini engellemektedir.
İslam ekollerinin hiç birinde, mezhep-içi özeleştiri ve tartışma Sünnîlik’teki kadar dinamik değildir. Bu, Sünnîliğin kapsayıcı ve birleştirici doğasından kaynaklanmaktadır. Ancak kriz dönemlerinde koalisyonu oluşturan unsurlar, özlerine dönme eğilimine girerler. Sünnîliğin içindeki Haricîlik, İtizal ve Batınîlik ayrışmaya başlar. Kriz iki türlü yaşanır: İlki siyasî otoritenin ortadan kalkması (Moğol istilası, Haçlı seferleri, ikincisi ise iktidarın bir fırkaya imtiyazlar tanıması.
GÖVDEYİ SAVUNMAK…
Tekfirci ve Batınî grupların terör estirerek Ehl-i Sünnetçilik yapmaları fazlasıyla kuşku uyandırmaktadır. Bunu sadece dinî hamaset ve adanmışlıkla açıklamak mümkün değildir. 15 Temmuz’da adanmış ruhların özel bir versiyonunun, nasıl katil bedenlere dönüşebildikleri anlaşılmış olmalıdır. Uzlaşıya açık olma hali olarak Sünnîlik, adanmış olmaktan çok akıllı ve politik davranmayı gerektirir. Politik düşünen, dünyaya dair hesap ve kaygıları olan pragmatik bir müminle tartışmak ve uzlaşmak mümkündür. Hakikat arzusuyla yanan, bu arzuyla dünyayı yakmaya hazır, yanlış yönlendirilmiş bir müminin iletişim dünyası; takiyye, tehdit, tedbir, kumpas, tekfir ve kıtalden ibarettir.
Karşıtları Sünnîliğin tarih boyunca iktidarlar tarafından korunup kollanan resmî bir yapılanma olduğunu ileri sürmüşlerdir. “İktidar mezhebi” nitelemesi buradan gelmektedir. Bu iddiayı daha önceki çalışmalarında tartışmıştım. İktidarlar tarih boyunca meşruiyet ihtiyaçlarını gidermek amacıyla dinden ya da dinselleştirilmiş düşüncelerden yararlanmışlardır. Otoritelerini sağlamlaştıracak nitelikte ya da potansiyeldeki inançları/akımları desteklemiş olmaları da doğaldır. Ancak konu salt teorik meşrulaştırmadan ibaret değildir. İktidarın somut paylaşımı ve muhalefet söz konusu olduğunda destek sağlamış olanların sert biçimde tasfiye edilmesi az rastlanan bir olgu değildir. Sünnîliğin iktidarlar tarafından desteklendiğine dair sayısız örnek gösterilebilir. Buna karşılık Ebu Hanife, Şafiî, Ahmed bin Hanbel, İmam Mâlik gibi Sünnîliğin kurucu ataları ve simge şahsiyetlerinin dönemin iktidarları tarafından baskı ve eziyet gördükleri de tarihsel bir gerçektir. Ebu Hanife’nin zindana atılıp işkence gördüğü ve zehirlenerek şehit edildiği bilinmektedir. Hangisi Sünnîliği temsil etmektedir? İktidara karşı sivil itaatsiz duruşunu bozmayan Ebu Hanife mi? Yoksa onun uzak durduğu iktidarın verdiği görevi derhal kabul eden öğrencilerinin davranışı mı? İndirgeme yapmaksızın bir model oluşturmak kolay görünmemektedir.
Zamanla sivil Sünnîlik zayıflamış ve devletçi Sünnîlik öne çıkmıştır. Sünnîliğin donuklaşmasının, yaratıcılıktan uzaklaşmasının ve otoriterleşmesinin temel nedeni sivilliğinin kaybıdır. Aşırı konformizm, farklı seslerin bastırılması ve düşüncenin kısırlaşması, Sünnîlik içindeki radikalleşme potansiyelini aktive etmiştir. Kriz dönemlerinde Selefîliğin ve Hanbelî ekolün öne çıkarak Sünnîliği temsil etme iddiasını dillendirmesi, tıkanan Sünnîliğin kimlik arayışının yan etkisidir. Bu sürecin en tehlikeli tarafı, Sünnîliğin asıl kurucu özelliği olan mezhep-içi çoğulculuğun zarar görmesidir.
Toplumsal disiplin oluşturma çabası, Sünnî paradigmada belirgindir. Sünnî siyaset teorisi, iktidarlara meşruiyet ve hükmetme hakkını sunarken, kitlelere de imâm/sultân/emîr’e (yönetici) itaat etme yükümlülüğünü telkin etmiştir. Muhalefet, Sünnî kültürde siyasal ve dinsel bir suç olarak görülmüştür ve hala da böyledir. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in karşıtı olan Şiilik ve Mutezile’de de görülmektedir. İktidarla yakınlaşan Şiî ve Mutezilî kadrolar benzer bir merkezîlik ve otoriterlik oluşturmuşlar, muhaliflerini “şeytanlaştırmışlardır”.
Sünnîliğin başarısı, Müslüman tarihinde ortaya çıkan fırkaların aşırılıklarını yönetmesinde yatmaktadır. Müslüman kimliğini esnek tutması, diğer fırkalardan katılımlara imkân sağlamış, Sünnî koalisyonu çeşitlendirmiştir. Bu nedenle Sünnîliğin özü ve çekirdeğinden çok sınırlarını ve kapsamını konuşmak daha anlamlıdır. “Kim daha Sünnî’dir?” sorusu, açık bir fitnedir ve gövdenin krizine yol açmaktadır.
Diğer bir notum da şudur: Türkiye’de İslamcı hareket, iç savaş ve kaosa yol açmamıştır. Çünkü İslamcılar mücadele yöntemi olarak şiddet ve terörü değil kültür, siyaset, eğitim ve ekonomi gibi meşru alanları tercih etmişlerdir. Bunun nedeni İslamcıların da benliğinde yer etmiş merkezileşme ve gövdeyi korumaya dair Sünnî reflekstir. Anadolu Sünnîliği ile Arap Sünnîliği arasındaki temel fark, bir yönetim kültürüne ve hayatın gerektirdiği esnekliğe (pragmatizm) sahip olmamızdır. Bu pragmatizmi hafife almamak lazımdır. Zira Sünnîliğe, Ehl-i Beyt hareketine ve akılcı din yorumuna (Şiîlik ve Mutezile) empati yapma yeteneği sağlamıştır.