Hukukçu Nimet Demir, Kobani davasına müdahilliği üzerinden Diyanet-iktidar ilişkisini ele alıyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Selahattin Demirtaş’ında aralarında bulunduğu HDP yöneticilerinin yargılanmakta oldukları Kobani davasına katılarak, sanıkların cezalandırılmaları talebinde bulunmuştur. Tabi ki toplumun azımsanmayacak bir kesiminde bu talebin iktidarın yönlendirmesiyle yapıldığı inancı hâkimdir. Davanın mahiyetini anlamak için Kobani olaylarını hatırlayalım: 13 Eylül 2014 tarihinde Işid militanları Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kobani’yi kuşatmıştı. Daha önceden de Şengal bölgesini işgal etmiş yaklaşık 5000 Ezidiyi öldürmüş, çocuk ve kadınları köle yapmışlardı. Aynı katliamı Kobani’de de yapması bekleniyordu. Ankara hükümetinden Kürt kantonlarından Kobani’ye silah yardımı için koridor açılması istenmiş, ancak hükümet buna izin vermemişti. Bunun üzerine 6-7 Ekim tarihlerinde ülkenin değişik yerlerinde gösteriler yapılmış, bu gösterilerde resmi açıklamalara göre 35 kişi hayatını kaybetmiş, pek çok kişi yaralanmış, çok sayıda işyeri zarar görmüştü. Kobani davası işte bu olayları konu almaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 17.03.2021 tarihinde HDP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açmış, Kobani davasını da delil olarak göstermiştir. Dolayısı ile Kobani davasında çıkacak mahkûmiyet kararı Anayasa Mahkemesindeki kapatma davasını da doğrudan etkileyecektir. HDP Kobani olayları sonrası girdiği Haziran 2015 seçimlerinde %13,1 oy almıştır. İşte Diyanet, %13 toplumsal tabanı bulunan bir siyasi partinin öncüleri hakkında açılan böyle politik sonuçları olan bir davaya katılarak sanıkların cezalandırılmasını talep etmiştir. Diyanet davaya katılmakla yetinmemiş, sanıklar hakkında; sapık akımların doğmasına sebep olacak eylem içinde bulundukları, dini değerleri sarstıkları, topluma telafisi imkânsız bir şekilde zarar verdikleri iddiasında da bulunmuştur. Diyanetin davaya müdahalesi ve söz konusu iddiaları gündeme getirilmesinin davaya bakan hâkimler üzerinde oluşturacağı tazyik bir tarafa, bu tavrın legal zeminde yürütülen Kürt siyasi hareketine gönül vermiş milyonları da aşırı rahatsız edeceği kabulden varestedir. Nitekim davada yargılanan eski HDP milletvekillerinden Nazmi Gür tepki olarak öldüğünde defin işlemlerini Diyanete bağlı imamların değil Kürt melelerinin yapmasını vasiyet etmiştir. HDP, dile getirdiği iddialar nedeniyle Diyanet hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Hemen söyleyelim ki; politik bir davaya katılıp ayrıştırıcı dil kullanması, Diyanetin kucaklayıcı olma misyonuna hiçbir şekilde yakışmamıştır. Diyanetin geçmişte kolektif hakları ketmeden hatalı bir yaklaşımına daha değinip, iktidarla ilişkisine geçelim.
Hatırlıyorum: 2011 yılında İktidar, uzun yıllardır ülke gündeminden düşmeyen Kürt sorununun çözümünde dini değerleri, daha doğrusu İslam Kardeşliği retoriğini öne çıkaran bir politika geliştirmiş, bu politikayı hayata geçirmek için Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesine ek ödenek koymuştu. Gerekçe olarak ta ‘’Ülkemizin birlik ve beraberliğinin korunması, bölücü ve yıkıcı faaliyetlere karşı görevlilerimizin doğru bilgilerle donatılarak özellikle hizmet bekleyen vatandaşlarımıza cami içinde ve dışında din hizmetlerinin sıhhatli ve verimli şekilde kasaba ve köylere kadar ulaştırılması“ ifadeleri kullanılmıştı. Diyanet bu politika doğrultusunda hazırladığı İslam kardeşliğini vurgulayan vaaz ve hutbelerini cemaatsiz camilerde okumak durumunda kalmıştı. Zira Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde halk camiye giderek etnik ve kültürel haklarının dini kimlik karşısında önemsiz olduğunu söyleyen böyle resmi bir hutbe dinlemek yerine protest bir tavırla Cuma namazlarını açık havada Kürt melelerin arkasında kılmayı tercih etmişti. Oysa bu politikada Diyanete yakışan, uzun yıllar etnik ve kültürel hakları yok sayılan bir topluluğa, bunları elde etmesi noktasında destek vermek olmalıydı. Hakkaniyet ve adalet bunu gerektirirdi. Hak ve özgürlükler alanında beklenen gelişme olmaksızın din kardeşliği söylemini öne çıkarmanın, bu sorunu yaşayan insanlara, “Haklarınızı aramayın, kimliğinizi ve dilinizi önemsemeyin, baskıya razı olun” demekten öte bir anlam taşımayacağını bilmeliydi. Hatırlayalım; geçmişte Kıta Avrupa’sında Hristiyanlığın benzer amaçlarla kullanımı Marks’a ‘’din halkların afyonudur’’ sözünü söylettirmişti.
Şimdi Diyanetin iktidarla münasebetine gelelim. Ancak önce ihtiyaç duyacağımız kavramlar için Hristiyanlık tecrübesine az buçuk değinmek istiyorum.
HRİSTİYAN TECRÜBESİ
Hz. İsa, yaklaşık iki bin yıl önce en güçlü ve gelişmiş bir devlet geleneği olan Roma İmparatorluğu topraklarında öğretisini ortaya koymuştur. Roma Hukukunun mevzuat zenginliği ise malum. Bu yüzden olmalı ki Hz. İsa’nın öğretisi insan-Tanrı ilişkisiyle sınırlı ruhsal arınmayı esas almıştır. Beşeri ilişkiler vahyin konusu olmamıştır. Markos 17’de yer alan ‘’Tanrı’nın hakkı Tanrı’nın, Sezar’ın hakkı Sezar’ın’’ sözünü hatırlayalım. Esasen Hz. İsa’nın dine özgülenmiş bu saf öğretisinden anlıyoruz ki toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi din üzerine zaittir. Din bu alanda boşluk ve ihtiyaç varsa kifaye kabilinden ve kerhen söz konusu işlevi üstlenir. Ancak sonraki dönemlerde kurumsallaşan kilisenin bir Kilise Hukuku oluşturduğu, akabinde iktidar talebinde bulunduğu ve bunun mücadelesini verdiği de bir gerçek. Malum olduğu üzere bu mücadeleler sonucu üç mezhep ortaya çıkmıştır. Bunlar; dinin iktidara egemen olduğu Katoliklik, iktidarın dine egemen olduğu Ortodoksluk, dinin ve iktidarın birbirinin alanlarına kayıtsız kaldığı Protestanlıktır.
DİYANETİN İKTİDARLA İLİŞKİSİ
Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 1. maddesi ‘’İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur’’ hükmünü taşımaktadır. Daha önce Başbakanlığa bağlı olan Diyanet, 2018 yılında yapılan değişiklikle Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır. Ülke genelinde tüm camiler, bu camilerdeki imam ve müezzinler Diyanete bağlı bulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı’nın eskiden Başbakan, şimdi ise Cumhurbaşkanı tarafından atanması, teşkilatın yürütme içerisinde yer alması, geçmişte iktidarın suyuna giden, şimdilerdeyse iktidara el veren konumu gözetildiğinde Diyanet için ‘’Ortodoks’’ tabirini kullanmak her halde yanlış olmasa gerek. Ortodoks İslam’ı Diyanetle başlatmak elbette haksızlık olacaktır. Kökleri çok daha geriye, Abbasiler dönemine kadar gider. Halife Harun Reşit’in halk üzerinde otoritesini pekiştirmek amacıyla İman Ebu Yusuf’u Kādılkudât atamasıyla başlamıştır. Anılan tarihten sonra ulema, seyfiye ve kalemiye ile birlikte devletin üç sacayağından biri haline gelmiş, muktedirlerin tasarruflarını din adına onaylama rolünü üstlenmiştir. Bu durum esasında bir sapmadır. Bilindiği gibi İslam’ın bir kilisesi ve ruhban sınıfı yoktur. Her Müslüman kendi dininin adamıdır. Yeryüzü de onlar için mescittir. Elbette içlerinde ilimde derinleşen(rasihun) ve ihtisaslaşan(ulul elbab) kimseler yetişecek; bunlar halkı irşat, idarecileri ikaz görevini üstleneceklerdir. Ancak bu peygamber varisi olan âlimlerin görevlerini bihakkın yerine getirebilmeleri için geçimlerini irşat ettikleri halktan ve ikaz ettikleri idarecilerden sağlamamaları elzemdir. İlmin izzetini ancak bu şekilde muhafaza edebilirler. Büyük hukukçu İmam Ebu Hanife’yi hatırlayalım. Oluşturduğu akademyasında farklı görüşte en az kırk müzakereci bulunurdu. Bu akademyanın özgün çabalarıyla kıyas ve reyden oluşan büyük bir müdevvenat oluşmuştur. Malum Ebu Hanife geçimini ticaret yaparak sağlardı. Yönetimin teklif ettiği resmi görevi, uygulanan tüm baskılara rağmen kabul etmemişti. Bugün öğündüğümüz 8. ve 14. yüzyıllar arasında altın çağını yaşayan İslam Medeniyetinin temelinde Ebu Hanife’nin bu sivil ve bağımsız duruşunun ürünü olan hukukun varlığı inkâr edilemez bir gerçektir. İslam Dünyasının büyük bir bölümü bin yılı aşkın bir süredir onun yolunu döşediği bu hukuk ekolüyle idare edilmiştir.
PROTEST İSLAM
İstisnasız her din kurulu düzene protest bir hareket başlatmıştır. Meselâ Yahudilik, Hâmân ve Firavun’un oluşturduğu kurulu düzene bir başkaldırıdır. Malum Hz. Musa, Firavun tarafından ezilen, sömürülen, kişilikleri yok edilen Mısır’daki Ben-i İsrail kavmini ayağı kaldırmak için gönderilmiştir. Muhatap toplum için gelen vahyin muhtevasında insan-Tanrı ilişkisi yanı sıra, ezilen topluma özgüven aşılama da yer almıştır. Yeri gelmişken rahmetli Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘’asa kelimesi ile isyan kelimesinin aynı kökten geldikleri, Hazreti Musa’nın onunla mucize gösterdiği asasının isyanı simgelediği’’ tespitine değinmek isterim. Hazreti İsa’ya baktığımızda ise, muhatap olarak dönemine göre beşerî ilişkileri üst seviyede düzenleyen bir hukuka sahip, maddî kalkınmışlık açısından zirvede olan, bedensel zevklerin öne çıktığı, gururun ise tavan yaptığı Roma İmparatorluk vatandaşlarıyla karşılaşmaktayız. Mütevazılık unutulmuş, ruh çok uzun zamandır ihmal edilmiştir. Öğreti, tam anlamıyla bir ruhanî arınmışlık daveti içerir. İslam Peygamberi ise her iki alanda oluşturulan statükoya karşı devrim başlatmıştır. Kur’an vahyi Mustaz’aflara, yani ezilenlere özgüven aşılarken, toplumu sömüren mütref, mele ve ruhbanları, yani kısaca şef ve büyücüleri(1) azgınlıktan vazgeçmeye ve ruhsal arınmaya davet etmiştir. Elbette her protest hareket zaman içinde hâkim unsurların manipülasyonuna uğrayarak amaçlarını unutur. Hatta bazen amaçlarının aksine hizmet eder hale gelir. İtiraz artık ona yönelmiştir. İslam’da bundan muaf değildir. İlk dört halifeden sonra saltanat döneminin başladığı, Emeviliğin Sünni İslam doktrini haline geldiği hep söylenir. Bu yüzden olmalı ki, Alevilik, tarihte Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesine karşı cılız bir ses çıkarmakla yetinen, bu eylemi gerçekleştiren Emevi iktidarına karşı edilgen bir tavır takınan Sünni İslam’a protesttir. Hindistan’da Seyit Ahmet Han’la başlayan, ülkemizde Hüseyin Atay, Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa İslamoğlu gibi ilahiyatçılarla devam eden ve Kur’an’ı merkeze alan; yine ABD’de vefat eden Fazlurrahman’la başlayan, ülkemizde Ömer Özsoy ve Mustafa Öztürk gibi ilahiyatçılarla devam eden, Kur’an’ı tarihsel okumaya tabi tutan hareketlerde, geleneği sorgulamayan, kaynaklara klasikleşmiş bakışla yaklaşan ilmi anlayışa karşı protesttir. Bina yapmak için ağaçları kesilen parklarda nöbet tutarak Cuma namazı kılanlar, Siyasal İslam’ın devlet imkânlarını birkaç mütrefe peşkeş çekmesine ses çıkarmayan Ortodoks İslam’a protesttir. Kürtlerin, etnik ve kültürel haklarını ketmetmek için Diyanet vasıtasıyla kendilerine dayatılan İslam Kardeşliği retoriğini dinlemeyerek açık havada kendi din adamlarının arkasında Cuma namazı kılmaları, millileştirilmiş İslam’a protesttir.
NETİCE İTİBARİYLE
Diyanetin hukuken iktidara bağlı olduğu malum. Ancak geçmişte laikliği gerçekten içselleştirmiş hükümetlerin, kurumun iç işleyişine pek müdahale etmeyerek ona kısmen de olsa bir idari özerklik tanıdıkları, bu durumun Ak Parti iktidarının ilk 15 yılı içinde geçerli olduğunu teslim etmek gerek. Bu dönemin ilişkilerini ‘’birbirinin suyuna gitmek veya kontrollü serbestlik’’ şeklinde tarif etmek mümkün. Yine aynı dönemde Diyanetin ülkenin laik bir ülke olduğu gerçeğiyle uyumlu tavrı hiç bozulmadı. Ancak son yıllarda Diyanetin laiklik ilkesini göz ardı ettiği, iktidara el verdiği ve el aldığı, hatta bazen ondan rol çaldığını görmekteyiz. İstanbul Sözleşmesinin iptaline ilişkin yönlendirmeleri, kılıçla hutbeye çıkmalar ve en son Kobani davasına katılarak bir siyasi partinin eylemlerini kerih gösteren iddiaları hep bu cümledendir. Velhasıl Diyanet Kurumu ve faaliyetleri hiçbir dönemde bu günkü kadar tartışma konusu olmamıştı.
Şef ve büyücü nitelemesi Dücane Cündioğlu’na aittir.