Bandırma 17 Eylül Üniversitesi’nde Öğretim Görevlisi ve “Arap Baharı Sonrası İsrail Dış Politikası: Kavram, Bağlam, Pratik ve Kuram” kitabının yazarı Ceyhun Çiçekçi, son dönemlerde Suriye’nin güneyinde yaşanan çatışmalarda İsrail’in rolünü ele alıyor.
Suriye, özellikle de Arap Baharı ile birlikte içerisine sürüklendiği iç savaş ortamında, İsrail için yeniden bir dış politika/ulusal güvenlik sorunu olarak belirdi. Bu döneme kadar Suriye, her ne kadar hukuken bir savaşın parçaları olsalar da İsrail açısından küllenmiş bir cepheyi işaret ediyordu. Direkt ve ivedi tedbir gerektiren bir tehdit kaynağı olarak değil belki ama İsrail’in soğuk savaş yaşadığı bir sınır komşusuydu. Arap Baharı, bütün bu alışılagelmiş senaryoların tedricen rafa kaldırılmasına zemin hazırladı. Artık Suriye sınırlarının “o kadar da güvenli” olmadığına şahitlik eden İsrail, Suriye iç savaşına bilfiil iştirak etmese de ulusal güvenliğinin “gerektirdiği” tedbirleri almakta herhangi bir sakınca görmedi. Suriye ve özellikle de kademeli olarak Güney Suriye hattında yaşananlar, bugün İsrail’in ulusal güvenliğini riske edebilecek gelişmeler açısından oldukça açıklayıcıdır.
Geçtiğimiz günlerde Suriye ordusunun Güney Suriye’de Golan Tepeleri’ne komşu olan bölgeye doğru ilerlemesi, 1974 yılında Yom Kippur Savaşı’nı bitiren ateşkesin şartlarına aykırı bir şekilde, askersizleştirilmiş bölgenin Esad rejimi kuvvetleri tarafından kullanılmasının önünü açtı. İran’ın Esad rejimi üzerindeki belirleyicilik kapasitesinin aşikar olduğu bir atmosferde, söz konusu gelişme İsrail ulusal güvenliği açısından ciddi bir problemi de beraberinde getiriyor. Esad rejimi kuvvetleri üzerinden İran’la “komşu” olabilme ihtimali, İsrailli ulusal güvenlik elitlerini ve politikacıların zihnini oldukça meşgul ediyor. Aslında nihayetinde bir İsrail-İran karşılaşması olarak okunabilecek bölgesel gelişmeler, dolaylı olmaktan çıkıp direkt bir hal almaya namzet görünüyor. Bu yazıda kısaca, İsrail’in Suriye ve Güney Suriye politikalarını söz konusu gelişmelerin ışığında belirgin bir bağlama oturtmaya çalışacağım.
GRAND STRATEJİ
İsrail dış ve güvenlik politikaları açısından Suriye’nin konumu, kuşkusuz tarihsel süreç içerisinde yaşananlara da referansla, oldukça merkezi bir role sahiptir. Kissinger’ın “Mısırsız savaş, Suriyesiz barış olmaz” sözü bile belki de tek başına bu olgunun açıklayıcısıdır. İsrail’in de sınır komşusu olması hasebiyle, Suriye coğrafyasındaki gelişmeler her daim İsrail’i yakından ilgilendirdi. Bu bağlamda, İsrail’in Arap dünyasına dönük olarak takip ettiği grand stratejinin önemli bir parçası Suriye olageldi.
Suriye’de yerleşik bulunan Esad rejimi, salt günümüz dünyasına indirgemeksizin, 1970 yılından bu yana bilfiil hüküm sürmektedir. “Baba Esad” olarak da anılan Hafız Esad dönemi Suriye’si, İsrail’e karşı 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı’na iştirak etti. 1967 savaşında İsrail’in ele geçirdiği Golan Tepeleri, bu tarihten sonraki bütün karşılaşmalarda Suriye açısından temel motivasyon kaynağı işlevi gördü. Özellikle de Mısır’ın 1979’daki “düşüşü” akabinde İsrail ile Suriye arasındaki soğuk savaşın temel öğesi, söz konusu Golan Tepeleri olmuştu.
İsrail söz konusu bölgeyi tam anlamıyla stratejik bir lensten okuyordu. Stratejik anlamda dar (tiny) bir coğrafyaya sahip oluşu, hem kalabalık şehirlerini hem de sanayi bölgelerini tehdit ediyordu. Bu minvalde, stratejik derinlik kapasitesini arttırabilmek adına söz konusu Golan Tepeleri’nin işgalini hiç değilse kendi kamuoyunda “meşrulaştırabildi.” Bu tepelerin İsrail’in fiili hükümranlığına girişi, söz gelimi ülkenin kuzeyinde yer alan sanayi ve ticaret kenti Hayfa’nın göreceli olarak güvende olmasını beraberinde getiriyordu. Bu sebeplerle, tıpkı işgal edilmiş Kudüs’ü ulusal düzeyde yasalaştırarak başkent ilan ettiği gibi, Golan Tepeleri’ni de bir yıl sonra, 1981’de yine ulusal düzeyde çıkardığı bir yasa ile topraklarına kattığını açıkladı. Mısır’ın 1979’daki düşüşü akabinde konvansiyonel bir savaşın teknik olarak ev sahibi olmayacağını bildiğinden, işgal altında tuttuğu toprakları bir bir ilhak etti. Kudüs’ün ve Golan Tepeleri’nin ilhak edildiği tarihler, bu açıdan oldukça açıklayıcıdır. Bu girişim, İsrail-Suriye hattındaki gerilimin diri tutulmasına zemin hazırlayan en mühim bileşendi. O kadar ki bu gelişmelerden çeyrek asır sonra, günümüzde pek hatırlanmayacak olsa da 2007 yılında, Türkiye’nin arabuluculuğunda gerçekleştirilen İsrail-Suriye görüşmelerinin ana konusu Golan Tepeleri’nin iadesiydi.
İsrail, takip ettiği grand stratejinin bir parçası olarak, Suriye’deki herhangi bir merkezi idarenin kendisini tehdit edebilecek düzeyde bir güce erişmesini engellemeyi görev bildi. Esad rejimi, her ne kadar tacizkar bir profil serdediyor olsa da İsrail açısından reel bir tehdit olma vasfını yitirmişti. Özellikle de Arap dünyasının 1979 ve sonrasındaki genel görünümü, en azından Arap milliyetçiliğiyle mobilize edilebilecek bir kitlenin ve devletin mevcut olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Bu sebeplerle Suriye, artık bir Arap müttefikten ziyade, İslamcılık ve özellikle de Şiicilik üzerinden neşet eden yeni bir hegemonyanın parçası haline geldi ve Mısır’ın düşüşüyle eksilen panorama, İran’ın “yükselişiyle” yeni bir hesap silsilesini beraberinde getirdi. Suriye artık bizzat bir tehdit olarak görülmese de İran’ın İsrail sınırlarına uzanabilmesini sağlayan topraksal bir araçsallığı ifade ediyordu.
Bir diğer kırılma noktası ise 2003 yılındaki Irak işgali ve akabindeki gelişmelerdi. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi, bu tarihten itibaren Suriye yönetimini ciddi bir telaşa sürüklemişti. 2000 yılında babasının ölümüyle iktidarı devralan genç Beşar Esad’ın devlet yönetiminden ziyade göz hastalıkları üzerine uzmanlığı bulunmaktaydı. Devlet yönetimi için yetiştirilen kardeşinin erken vefatı, kendisine iktidarın yolunu açmıştı. Lakin şimdi bu aile iktidarı, ABD’nin Irak işgali akabinde Suriye’yi de alenen tehdit etmesiyle birlikte tehlikeye düşmüştü. Bu süreç dolayısıyladır ki Esad, NATO müttefiki Türkiye’yle ilişkilerini mümkün mertebe sıcak tutmakla kalmamış, 2005 yılında gerçekleştirilen Hariri suikasti sonrasında Lübnan’daki varlığını da sona erdirmiştir. Bütün bu gelişmeler, ABD’nin bilfiil Irak’ta bulunması ve bu durumun ürettiği caydırıcılığın bir sonucuydu. Söz konusu dönem, Beşar Esad açısından iktidarını tehdit eden güçlerle bir uzlaşı arama çabası olarak şekillendi. Bu sürecin devamında, yukarıda da anılan İsrail-Suriye arasındaki ikili görüşmeler Türkiye’nin arabuluculuğunda yapıldı. Ayrıca İsrail, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesiyle birlikte 2006 yılında Güney Lübnan’a 33 gün sürecek bir operasyon gerçekleştirdi. Hizbullah’ın göreceli olarak “zafer kazandığı” düşünülen bu operasyon, İsrail’in kuzey kentlerinin füze yağmuruna tutulmasıyla akıllarda kalacaktı.
GÜNEY SURİYE
İsrail’in Suriye politikası, Arap coğrafyasına uygulayageldiği grand stratejinin elbette ki izdüşümüydü. Suriye’de kitleleri ve coğrafyayı kontrol edebime yeteneğine sahip eğreti de olsa merkezi bir idare ayakta tutulmalıydı lakin İsrail’e kafa tutabilecek kadar güçlenmemeliydi. İsrail’in bu gerekçelerle açıklanabilecek Arap Baharı sürecindeki sessizlik/tepkisizlik politikası, İran’ın Suriye topraklarında askeri anlamda boy göstermesiyle birlikte revizyona uğradı. Esad’ın gerilediği ve devrileceğine yönelik beklentilerin arttığı periyotta İsrail, sessizliğini koruyarak gelişmeleri takip etmişti. İsraillilerin deyimiyle “tanıdıkları şeytanın” yerine kimlerin geleceğinin belli olmaması ve işlerin daha da kötüye evrilebileceği gerekçeleriyle Esad’ın gücünün törpülenmesine göz yumuldu. Böylece Esad yönetimindeki Suriye, hem göreceli olarak zayıfladı hem bir tehdit olmaktan külliyen uzaklaştı hem de en azından İsrail’e tehdit oluşturabilecek devlet altı oluşumları kontrol edebilecek bir vasatta pozisyonlandı. Lakin İran’ın bölgedeki ekstra aktivizmi, bütün hesapları alt üst etti.
Öncelikle Esad hem İran’ın hem de Rusya’nın yoğun desteğine mazhar oldu. 2015 yılından itibaren özellikle de Rusların varlığı, Suriye iç savaşında dengelerin derinden dönüşmesine sebep oldu. İktidarına haftalarla ömür biçilen Esad, İran’ın uzun zamandır sağladığı desteğe ek olarak Rus himayesini de elde edince politik ömrüne ömür katmış oldu. Yine 2015’in yazında imzalanan İran Nükleer Anlaşması’yla birlikte de İran’ın önü iyiden iyiye açıldı ve Suriye’deki varlığı agresif bir görüntü çizmeye başladı. Hem muhaliflere dönük operasyonlarda hem de İsrail sınırlarına yönelik tacizlerde gözle görülür bir artış oldu. Bu süreçte Güney Lübnan’da konuşlu Hizbullah’a çok defalar konvoylarla askeri mühimmat takviyesi yapıldı. Suriye’nin çeşitli kentlerinde ve kırsallarında mühimmat üretim tesisleri ve askeri eğitim kampları kuruldu. Bu gelişmeler, İsrail açısından çok da kabul edilebilir değildi. Esad’ın güçsüzleşmesi, devlet altı radikalist unsurların önünü açmak bir yana, İsrail’in azılı rakibi İran’ı da İsrail’in sınırlarına kadar getirmişti. Bu bağlamda İsrail, Suriye’ye yönelik çok sayıda askeri operasyon icra etti. Hizbullah’a gönderilen askeri konvoylar vuruldu, üretim tesisleri ve askeri kamplar imha edildi. İranlı “danışmanların” da aralarında bulunduğu çok sayıda asker bu saldırılarda hayatını kaybetti.
Güney Suriye’nin ve dolayısıyla Golan Tepeleri’ne sınırdaş olan bölgenin kontrolü, İsrail açısından son derece kritik önemdeydi. Bu bölgeden gerçekleştirilebilecek sızmalar, İsrail içlerinde güvenlik risklerini arttırmaktaydı. Kaldı ki söz konusu bölgeden gerçekleştirilen İHA operasyonları, İsrail ile İran’ı ilk defa direkt olarak karşı karşıya getirdi. Bu gerekçelerle İsrail, bölgenin Esad muhalifleri tarafından kontrol edilmesine hem göz yumdu hem de teşvik etti. Bu yöntemle kendisine gayri resmi bir güvenli bölge oluşturmuş oluyordu. İsrail bu konuda tecrübeliydi, 1982 yılındaki Lübnan Savaşı’ndan sonra da Lübnan’ın güneyinde benzer bir mekanizma icat edip bölgede kendisine “güvenli” bir alan tesis etmişti. Suriye iç savaşına ziyadesiyle bulaşmış olan İran ve Hizbullah güçlerini, bölgedeki muhalif unsurları destekleyerek dengeliyordu. Bu bağlamda muhaliflere hem finansal hem de sağlık hizmetleri başlıklarında yoğun destek verdi.
Güney Suriye toprakları, özellikle de Golan Tepeleri ve dolayısıyla İsrail’in teritoryal derinliklerinin güvenliği açısından ön alıcı (pre-emptive) operasyonları gerekli kılıyordu. Bugün Kuneytra ve Dera kent merkezlerinin ve özellikle de kırsallarının İsrail güvenlik elitleri gözünde önemi tartışılmayacak kadar büyüktür. Çünkü bu bölgenin el değiştirme olasılığı, dolaylı olarak İsrail’in topraksal bütünlüğüne yönelik güvenlik zafiyeti yaratacak ve öncelikle Golan Tepeleri’ni ve aşağısındaki Kuzey İsrail kıyılarını tehlikeye sokacaktır. Hizbullah’ın Güney Lübnan’daki varlığına ek olarak, Güney Suriye’de de olası bir Hizbullah/İran varlığı, İsrail’in kuzeyden çevrelenmesi anlamına gelecektir. Kuşkusuz ki konvansiyonel anlamda büyük bir kayıp söz konusu olmayacak olsa da, bölgenin İsrail’e yönelik tacizlerde ana üs olarak kullanılacağı da beklentiler arasındadır. Bu sebeplerle İsrail, hem Hizbullah hem de İran güçlerine karşı caydırıcı faaliyetleri ön plana almakta ve Rusların sağladığı güvenlik şemsiyesini yine Ruslarla istişare halinde yer yer delmektedir. Bu bağlamda İsrail’in elini dönemsel olarak rahatlatan en önemli bileşen, Suriye hava sahasını denetimine alan Rusların kontrolündeki hava savunma sistemlerinin İsrail jetlerine istisnalar yaratmasıdır. Bunun istisnası gibi görülebilecek İran’ın düzenlediği İHA saldırısı sonrasındaki gelişmeler, Suriye’nin kendi kontrolündeki hava savunma sistemlerinin işletilmesiyle gerçekleştirilmiş ve İsrail bu operasyon neticesinde bir adet F-16’sını kaybetmiştir. Suriye hava sahasının Rus kontrolünde oluşu, İsrail’in Ruslarla devamlı irtibatta kalmasını da bir mecburiyet haline getirmiştir. Söz konusu Güney Suriye’de ve geniş ölçekte Suriye’deki Hizbullah/İran faaliyetlerini sınırlandırabilmek için İsrail’in Suriye hava sahasını kullanabilmesi elzemdir. Hava üstünlüğünü kaybetmiş bir İsrail’in karasal sınırlarını koruması da oldukça maliyetli olacaktır.