Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi Ceyhun Çiçekçi, Hamas’ın yeni siyaset belgesinin Orta Doğu’daki mevcut düzende nasıl bir bağlama oturduğunu yorumluyor.
CEYHUN ÇİÇEKÇİ
Geçen günlerde Hamas’ın açıkladığı yeni siyaset belgesi, Filistin sorununu ve tarafların pozisyonlarını tekrar konuşmamıza ve tartışmamıza vesile oluyor. Gelinen nokta itibariyle Hamas, kuruluş bildirgesindeki radikal pozisyonunu yumuşatıyor ve tabiri caizse İsrail ile olası bir barışa kapı aralıyor. Uzunca bir zamandır dile getirdiğimiz üzere, Filistin sorununda yapılan temel hatalardan da biri olarak, soruna muhatap tarafların her birini bir şekilde masaya çekmeden yapılacak anlaşmaların beyhudeliği ortaya çıkmış ve Hamas da yeniden şekillenen bölgesel düzeni doğru okuyarak kendisine masada bir yer açmak için ihtiyaç duyduğu asgari meşruiyeti kazanmış görünüyor. Hamas’ın yeni açıkladığı siyasi vizyon belgesini satır satır incelemenin, hem bu yazıya ayrılacak mütevazi alan hem de müellifinin salt olayları aktarmakla mükellef bir muhabir/vakanüvis olmadığı düşünüldüğünde gereksiz olduğu kanaatindeyim. Fakat elbette ki böylesi bir dönüşümün anlatmak istediği bir rezervi söz konusudur. Söz konusu dönüşümü, ilgilileri adına mücbir kılan gerekçeleri sorgulamak elzemdir. Bu kısa değerlendirmede, Hamas’ın attığı bu adımı anlamlandırmaya ve belirli bir bağlama oturtmaya çalışacağım.
MERKEZ OLMA YOLUNDA İSRAİL
Hamas’ın ürettiği bu yeni belgenin belki de en temel gerekçesi, söz konusu bölgesel düzenin revize ediliyor oluşu. Günümüzde de yaşanan kaotik ortamın temel gerekçesi bu. Bölgede kartlar yeniden karılıyor ve her aktör kendince optimum pozisyona konuşlanmaya çabalıyor. İsrail’in merkezinde olduğu bir düzenden bahsediyoruz. Malum olduğu üzere İsrail, kuruluşundan bu yana bölgenin “çıban başı” olarak görülmüş ve mümkün mertebe izolasyonist politikalara muhatap olmuştu. Her ne kadar Haşimi hanedanı üzerinden Arap kalesinde net bir gedik açmayı başarmış olsa da dönemsel olarak bölgenin politiği, İsrail’i hem yalnızlaştırmış hem de bunun doğal bir sonucu olarak güvenliksiz kılmıştır. Fakat günümüzde, İsrail’in bölgesel düzende merkez bir ülke konumuna doğru ilerlediğini söylemek, fazla da abartılı bir yorum olmayacaktır.
İlk olarak, 1979’da hayata geçirilen Camp David anlaşmaları ve bu anlaşmalara yaslanan düzen, İsrail’e Arap okyanusunda hukuki bir nitelik kazandırmış, Arap sokağının öncüsü Kahire’nin sağladığı meşruiyetle birlikte Arap kalesindeki gediği de genişletmiştir. Artık İsrail’in Batı sınırları hem güvenlikli ve stabil bir hal almış hem de Arap revizyonizminin o günlere kadar liderliğini yapan ülkenin dize gelmesiyle İsrail’in topyekûn ortadan kaldırılması fikriyatı da haliyle son bulmuştur.
Bir diğer kırılma, Soğuk Savaş’ın bitişi ve Irak’ın Kuveyt’i işgal girişimiyle birlikte ortaya çıkan yeni dönemin değerlendirilmesiyle söz konusu olmuş ve Filistin sorununun halline yönelik girişimlerle birlikte İsrail’in bölgesel meşruiyeti genişletilmiştir. İmzalanan çeşitli anlaşmalar vesilesiyle, İsrail’in “dostları” arttırılmış ve “düşmanları” azaltılmıştır. Kaldı ki bu tarihlerde, yani 1990’larda İsrail’in söylemsel düzeyde de olsa beliren azılı düşmanı/rakibi Arap coğrafyasından değildir. İran’ın, tarihin bir cilvesi olarak, Mısır’ın “düştüğü” 1979 tarihinde (Saddam’ın da iktidarı elde ettiği tarih) bir devrimle hem teokratik bir yapıya hem de radikal bir söyleme/pratiğe savruluşu, İsrail’in yeni odağını da imler mahiyetteydi. Filistin sorunundaki gelişmelerle birlikte okunduğunda, bölgesel düzenin revizyonu ve İsrail’in Arap okyanusunda meşruiyetini arttırması, İran’ı da doğal bir rakip olarak üretmiştir.
YENİ DÜZENİN AYAK SESLERİ
Günümüze gelindiğinde, yine bir bölgesel düzen revizyonunun arifesinde olduğumuzu gözlemleyebiliriz. Özellikle bölge dışı güçlerin bölgeye yönelik uyguladıkları politikalar, bölgesel düzeni de sorgulanır kılmaktadır. Yeni bir girdi olarak, Rusya’nın Suriye üzerinden sağladığı hegemonik pozisyon, Amerikan politikalarının pasif tutumunu istismar ederek belirginleşmiş ve Trump’ın işbaşına geldiği döneme dek öncü rolü oynamıştır. Başkan Trump’la birlikte bölgede yeniden güçlenen Amerikan imajı, Rusya’nın da bölgeye ayak basar basmaz ilk el attığı “işlerden” olan Filistin sorununa yönelik girişimlerde bulunarak, bölgesel düzenin revizyonunda proaktif bir pozisyon elde ediyor.
Arap Baharı’nın da öncesinde, 2003’teki Irak işgali, bölgesel düzenin dönüşümüne yönelik ilk önemli sinyaldi. Bu günlere kadar Irak ve dönemin lideri Saddam Hüseyin, her ne kadar Kuveyt işgalinin akabinde çeşitli yaptırımlarla kötürüm bırakıldıysa da, İsrail’in potansiyel bir rakibi olarak algılanıyordu. Kaldı ki Amerikan işgalini realize eden istihbarat raporlarında da İsrail’in parmak izlerini yakalayabilirsiniz. Irak’taki geniş Şii kitleler hesaba katıldığında, İsrail açısından, 2003 işgalinin İran’ın etki alanını genişletmesine ket vurmak amacıyla yapılmadığını söylemek, neredeyse imkânsızlaşır. 2003’te başlayan bu sürecin devamında, 2006 yılının yazında cereyan eden İsrail-Hizbullah çatışması, safları konsolide etmeye yaramış ve fakat potansiyel yeni düzeni tek başına İsrail’in kuramayacağını da anlatması açısından mühim bir done sağlamıştı. İsrail’in İran ile en net dolaylı karşılaşması olarak da okunabilecek bu gelişme, bölgede olgunlaştırılmaya çalışılan “Direniş Ekseni’nin” önünü alabilmek için girişilmiş bir ön alıcı müdahaleydi. Amerikan desteğine rağmen Hizbullah’ı sınırlandırma konusunda yaşanan başarısızlık, yeni düzenin imarını geciktirecek ve Arap Baharı’nın ürettiği siyasal atmosfere değin erteleyecekti.
Hamas İsrail ile mücadelesini farklı bir zemine kaydırmıştır. FKÖ ile ortak hareket etme çabasında olacak Hamas’ın bu aşamadan sonraki eylem biçimi ise şiddet içermeyen bir nitelik taşıyacaktır.
Arap Baharı ile birlikte, önceleri normatif tercihlerin konuşulur olduğuna şahit olduk. Arap coğrafyasının demokratikleşmesi üzerine tonla popüler literatür üretildi. Arap Baharı, göz alıcı bir cazibe taşıyan “demokratikleşme” söylemi bağlamında sıkça kutsandı. Fakat işin rengi kısa sürede değişti ve Arap Baharı bir nevi köşe kapma yarışına dönüştü. Bugün artık ürettiği en net sonuç olarak İran yayılmacılığı, Arap Baharı’nın ürettiği politik atmosferde filizlendi. Bu bağlamda, Arap Baharı’nın Suriye’de tıkanması dahi başlı başına bir açıklama gibidir. Yekûna bakıldığında, Arap Baharı’nın silip süpürdüğü liderler, kuşkusuz ki Beşar Esad’dan çok daha güçlü pozisyonlara sahiptiler. Özellikle de Mübarek ve Kaddafi. Velhasıl, İran’ın ekstra katkıları, Esad rejiminin Suriye’de hala iktidar iddiasında bulunabilmesinin önünü açtı. Suriye, kısa sürede büyük güçlerin ve bölgesel güçlerin arasında bir paylaşım savaşına zemin oluşturdu. Kısacası Gordion’un düğümü, Suriye’de kendini gösterdi. Bu düğümü çözen(ler), Orta Doğu’nun yeni patronu olacak(lar).
Ayrıca bölgesel güçlerin İran yayılmacılığına verdiği tepkiyi de klasikleşmiş ittifak teorilerinden okuyabiliriz. Herkesin üzerinde hem fikir olduğu bir tehdit varsa ittifak ihtimali kolaylaşır. Yani İran yayılmacılığı, bölgedeki diğer devletler tarafından tehdit olarak algılanıyorsa bu devletlerin İran’a karşı birlikte hareket etmesi, doğal bir sonuçtur. Kaldı ki bu süreçte, ilk bakışta “düşman” olduklarına dair elimizde net deliller bulundurduğumuz devletler, daha büyük ve tehlikeli bir “düşmanla” karşılaştıklarına inandıklarından, birlikte hareket etmeye başladılar. Suudi Arabistan ile İsrail’in ilişkileri, bu teorik açıklamayla birebir örtüşür. Hatta İsrail’in bütün bir bölgedeki iyi ilişkilerinin günümüzdeki açıklayıcısı, söz konusu İran agresyonunun hem şiddetlenmesi hem de görünürlük kazanmasıdır.
NEDEN ŞİMDİ?
Gelinen noktada Hamas, bölgesel düzenin yeniden imar edildiğini gözlemleyebiliyor. Özellikle de Mısır’da yaşanan askeri darbe ve akabinde Müslüman Kardeşler’in marjinalize edilmesiyle birlikte, Hamas’ın stratejik yalıtılmışlığı had safhalara ulaşmıştı. Artık başta Mısır olmak üzere pek çok Arap ülkesinin terör örgütü listesinde bulunan Müslüman Kardeşler ile arasına mesafe koyma çabası, en azından organik bir bağının olmadığını vurgulaması, şüphesiz Hamas ileri gelenlerine verilen “monarşik akla” dayanmaktadır. Böylece hem yeni düzenin habercisi olarak Filistin sorununun olası çözümünde makul bir pozisyon edinecek hem de İran’ın Filistin’e müdahil olma çabalarına doğal bir set çekmiş olacak. 1967 sınırlarında kabul görecek bir İsrail, Hamas’ın İran eksenine mesafesini de açıklamış olacak.
İsrail’in 1967 sınırlarına atıf yapmak ise başlı başına uluslararası kabullerle uyum sağlama çabası olarak okunabilir. Söz konusu kabullere tam uyum, Hamas’ı hem İsrail hem de uluslararası platformlar nezdinde meşru bir aktöre dönüştürecek. Çünkü yeni dönemin oyuncuları arasında İsrail’e sorun çıkarmak isteyen kimseler yok. Bir başka ifadeyle, Hamas’ın İsrail’e yönelik şiddet eylemlerini vb. alenen desteklemek, halihazırdaki ahvalde neredeyse imkânsız. Yukarıda da belirtildiği üzere, İsrail’in çok önceleri bir tehdit olarak çerçevelediği İran yayılmacılığı, artık bölgedeki Arap devletlerinin hemen hepsinin ortak tehdidi konumuna erişti. Hal böyle olunca da Orta Doğu’da NATO benzeri ortak savunma örgütlerinin imkânlarına dair tartışmalar bile yapılır oldu. İsrail bölgesel düzeyde bu denli geniş bir meşruiyete kavuşmuşken bir yandan da ona sorun çıkarmak, pek kimsenin yapmak isteyeceği bir şey olmasa gerek. İşte Hamas da tam olarak bu dönüşümü okumuş ve İsrail ile mücadelesini farklı bir zemine kaydırmıştır. Her ne kadar silahlı direnişin bir hak olarak kabul edildiği vurgulansa da yeni dönemde Hamas, zaten metinde de ifade olunduğu üzere, FKÖ ile ortak hareket etme çabasında olacaktır. Bu aşamadan sonraki eylem biçimi ise kuvvetle muhtemel şiddet içermeyen bir nitelik taşıyacaktır.
Yukarıda anlatılan bağlam, Hamas’ın yeni siyasi vizyon belgesini hazırlamayı dayatan bir nitelik arz ediyor. Şayet Hamas bir şekilde varlığını devam ettirebilmek istiyorsa yeni şartlara da uyum göstermek durumunda. Aksi halde, kadim Orta Doğu’nun kadim kayganlığında silinip gidebilir…