‘Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı?’ kitabının yazarı M. Bahadırhan Dinçaslan, 16 Nisan referandumu neticesinde ortaya çıkan yeni durumu kaleme aldı.
Türkiye, parlamenter sistemle, laik cumhuriyet rejimiyle yönetilen ve düzenli seçimler yapabilen tek “doğulu” yahut “Müslüman” ülke idi. Fakat görülüyor ki, bu değişiyor, bu değişim acaba bir “öze dönüş” müdür, yerli ve milli mi oluyoruz? Yani kültürel kodlarımız bizi hizaya mı çekiyor acaba; bize daha uygun bir rejim, tepeden inmeci bir geçici rejim deneyinden sonra parantezi mi kapatıyoruz?
Yönetim sistemlerimiz kader midir? Yani, vaktiyle “Beyaz adamın yükü”nden bahseden Batılı düşünürler gibi bazı soyların ya da kültürlerin medeni rejimler yaratabilmelerinin ya da yaratamamalarının sırrını “ırk”larında mı arayacağız? Yoksa “Why Nations Fail?” kitabının yazarları gibi belli özellikleri haiz olan yönetim tarzlarının gelişmeyi ve medeniyeti yarattığını, bunun coğrafyayla yahut kültürle alakasının çok az olduğunu mu söyleyeceğiz? Cevap bana, ikisinin arasında bir yerde gibi geliyor.
Bir toplumun nihai manzarasını belirleyen üç temel parametre var diyebiliriz: Coğrafya, toplumsal yapılanma biçimi ve kültür. Coğrafyanın ne olduğu bellidir: Giyimden temel ekonomik etkinliklere kadar birçok insani işlev ve özellik, coğrafya tarafından tayin edilir; İbn-i Haldun’un meşhur fakat eksik “Coğrafya kaderdir” tespiti bundan ileri geliyor. Toplumsal yapılanmaya, Marksist jargondaki üretim ilişkileri de dahildir: Toplum şehirlerde mi örgütlenmiş köylerde mi, yerleşim birimleri birbirine yakın mı değil mi (…) sorularının cevapları bu parametreye dahil. Bir önceki parametre, coğrafya, bu parametreyi etkiliyor. Nihayet kültür, “sui generis” diyebileceğimiz, coğrafya yahut yapısal özelliklerle ilişkili olmakla birlikte yalnızca bunlarla açıklanamayacak birtakım özelliklerimizi belirliyor. En güzel örneklerden biri, Jareed Diamond’un “The World Until Yesterday” kitabından: Bir Okyanusya kabilesinde, dul kadını kocasının ardından törenle öldürme geleneği var. Eşi ölen kadınlar törenle boğuluyor ve hatta çoğu zaman toplumsal ritüelin etkileyiciliği nedeniyle buna gönüllü oluyorlarsa, bunu ne coğrafya ile ne üretim araçlarının özel mülk olup olmaması ile açıklayabiliriz. Bu geleneğin doğuşunu evrimsel hayatta kalma dürtüleriyle de açıklayamayız, bunlarla ilişkili ama ayrı bir düzlem teşkil eden bir “kültür” olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Basitçe ifade edecek olursak, coğrafya insan medeniyetinin fiziği, yapılanma dediğimiz kimyası, kültür de biyolojisidir.
Rodolfo Mendoza-Denton’dan öğrendiğimize göre, Dov Cohen ve meslektaşlarının 1996 yılında uyguladığı ilginç bir deney var. Amerika’da biraz genellemeci olsa da, -vaktiyle Amerikan İç Savaşı’nda da tezahür etmiş- bir kültürel kutuplaşma var: Daha şehirli, endüstriyelleşmiş kuzey ile daha köylü, tarım ve madencilik ile geçinen güney. Deneyde, kuzeyli ve güneyli erkeklerden bir dizi soruyu cevapladıktan sonra cevap kağıdını dar bir koridordan geçip bir masaya bırakmaları isteniyor. İki grubun da yarısı, koridorda yürürken karşıdan gelerek kendilerine laf sokup sertçe çarpan bir adamla karşılaşıyorlar. Daha sonra, koridorun iyice daraldığı bir yerde, iki kişinin geçmesi mümkün olmayan bir şekilde, bir adam daha karşılarına geliyor. Koridorda daha önce birinin hakaretine ve çarpmasına maruz kalan ve kalmayan kuzeyli erkeklerin, bu ikinci adama yol verip vermeme kararlarında anlamlı bir ilişki gözlemlenmiyor. Ancak güneylilerde çok keskin bir ayrışma var: Daha önce birinin çarptığı güneyli erkekler, bu ikinci adama çok sert, agresif davranıyor ve hatta kavga çıkarıyorlar. Daha önce kimsenin çarpmadığı gruptaki güneylilerse, kuzeylilerden çok daha kibar bir şekilde adama yol veriyorlar.
Deneyden çıkan sonuç şu: Güney daha düşük bir nüfus yoğunluğuna sahip. (Vaktiyle “Vahşi Batı”da at çalmanın cezası bu yüzden ölümdü). Aile reisleri, ailelerini kendi imkanlarıyla korumak zorundalar ve bütün aileler böyle. Silahlanma oranlarının en yüksek olduğu eyaletlerin güneyde olması tesadüf değil. Bu güneyliler arasında bir tür kod yaratıyor, herkes çizgisi aşılmadığı sürece temkinli ve kibar, ancak çizgi aşıldıysa bir kuzeyliye nazaran çok daha sert ve kavgacılar. Kuzeylilerde ise bu çok daha rastgele bir durum. Buradaki ayrışmayı ve davranış farklılığını belirleyen, toplumun kimyası, yani yapılanma şekli.
TOPLUMSAL KÜLTÜRÜN ETKİSİ
Pekala, biyolojimiz, yani kültürümüz? Bu bizi Hollanda’ya, sosyal psikolog ve “beyaz yakalı” bir antropoloğa, Geert Hofstede’ye götürür. Hofstede, IBM için çalıştığı zamanlarda elde ettiği devasa veritabanı üzerinde çalışarak “Kültürel Boyutlar” teorisini ortaya atmış. Kendisinden önceki Tönnies’in meşhur “cemiyet – cemaat”, Le Bon’un “kolektif – bireyci” ve E. T. Hall’un “yüksek bağlamlı – düşük bağlamlı” sınıflandırmalarını çok boyutlu bir teoride birleştirdiğini söyleyebileceğimiz Hofstede’ye göre bir kültürü sınıflandırırken, 6 boyuttan bahsedebiliriz: Güç aralığı, bireycilik, belirsizlikten kaçınma, erkeksilik, uzun vadeye odaklanma ve serbestlik. Her bir kültür, bu boyutlardaki değerlerine göre biçimleniyor ve birey davranışlarından tutun, şirketlerin çalışma şekilleri ve hatta rejimlerde bunun etkisini gözlemleyebiliyoruz.
Hofstede’nin sitesinde Türkiye’ye dair yapılmış ölçümlere göre yukarıdaki gibi bir manzara çıkıyor. Tefsiri şudur: Türkiye’de güç aralığı yüksek. Yani makamlar çok yüceltiliyor, üst-ast arası ayrım çok belirgin, “yukarı”ya dönük bir saygı ve hatta ululama var. Bireycilik düşük, kolektif bir toplumuz, “ben”den daha çok “biz” önemli ve grup aidiyetimiz üzerinden kendimizi tanımlıyoruz. Belirsizlikten kaçınma değerimiz çok yüksek, sürekli endişeliyiz; bu yüzden kolektif ritüellere değer veriyoruz. Hofstede dindarlığımızı da buna bağlıyor. Belirsizlikten kaçınabilmek için, uzlaşılmış anlamlandırmalara başvuruyor ve çemberimizin dışına çıkmıyoruz. Erkeksilik değerimiz düşük, dişil bir toplumuz; bu da somut başarıdan, rekabetten ve sayısal analizden çok grup averajına, sürece ve kaliteli bir yaşama düşkün olduğumuzu gösteriyor. Uzun vadeli odaklanmamız zayıf, kısa vadeli yaşıyor ve düşünüyoruz; “hadi adam sen de” diyor, fiş fatura almıyor, almadığımız için kâra geçmiş bile sayıyoruz kendimizi. Son olarak, yarı yarıya “kısıtlı” yahut yarı yarıya “serbest” bir toplumuz, bu sosyalliğimiz ile ilgili; ne açık ve sıcakkanlı ne de aşırı keskin bir kontrol altında sosyalleşen bir toplumuz.
LİBERAL EKONOMİ FARKI
Şu halde, başkanlık tartışmalarına bir de buradan bakmak lazım: Başkanlığın kendisi kötü müdür? Venezuela’da başa bela olurken, Amerika’da neden olmuyor? İskender Öksüz’ün Millet ve Milliyetçilik kitabında Öztuna’dan aktardığına göre, Nihal Atsız ve İsmail Hami Danışmend sohbet ederlerken, “İngiltere’yi liberal kapitalist ekonomi dünya devi yaptı, öyleyse biz de liberal ekonomiyi tesis etmeliyiz.” neticesine varmışlar. Fakat bu liberal ekonomi İngiltere’yi dünya devi yaparken neden Afrika’daki ülkeleri sömürüye daha açık hale getiriyor? Belki de bu sorunun cevabı coğrafyamızda yahut kimyamızda değil; biyolojimizde, yani kültürümüzdedir. (Irkımızda değil)
Güç aralığı bu denli açık olan, bu denli kolektivist, belirsizlikten kaçınan bir toplum, başkanını kısa sürede putlaştıracak ve geriye gidecektir. Bu ne başkana yarar ne de ülkeye: Yerli ve milli olmak, buradan bakılınca zararlı gibi duruyor. Öyle ya, Karşılaştırmalı Mitoloji kitabımda bayağı tenkit almama neden olan bir ifade kullandım: “Batının fennini alıp ahlakını almayan Orta Doğulu, HD kalite videoyla kafa kesme görüntüsü paylaşan IŞİD militanından öteye gidemiyor”. Başka türlü de sormak mümkün: Refah, sanatın ve bilimin gelişmesi için çok önemliyse müreffeh Körfez ülkelerinden neden düşünürler, sanatçılar, edipler çıkmıyor?
Şu halde, referandum sonucumuza göre artık başkanlık yahut Cumhurbaşkanlığı sistemi ile yönetileceğiz. Müstakbel başkanımızın buradan bakmasını arzu ediyorum: Yeni sistemimiz kötü olmasın, tam olarak kurtulmak istediğimiz zincirleri başımıza daha beter prangalar olarak bela etmesin diye toplumu dönüştürmemiz gerekiyor.
2019’da seçeceğimiz başkan, Türk toplumunun belirsizlikten grup kimliğine sığınan, sürekli cemaati ile hareket eden, aşırı kolektifçi, bireyi yok eden kültüründen kurtulmasını sağlarsa, güç aralığını kırıp yatay örgütlenmeyi Türklere öğretirse, bu yeni sistemin Türkiye’nin “yerli ve milli” tanımını değiştirmesi için bir fırsata dönüşmesini sağlarsa, “hayır” diyen yüzde 48.6’nın, yahut 23.8 milyon insanın da memnun olmasını sağlayarak hakikaten ikinci Atatürk olabilir.