Hukukçu Mustafa Everdi “Batıda statü ve sınıfsal konumlar önemini kaybetmiştir bugün. Oysa doğuda statü her şeydir” tespitinde bulunuyor.
Başaran ayaktadır.
Anadolu başarıya odaklanır. Her ne pahasına olursa olsun başarıya.
Gençliğin önünde hedefler vardır. Hayat yolunda ilerlerken. Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınav.
Önceden doğru-yanlış anahtarına sahip değil. Hedefler mi? Hedefler kültürün, taşrayı saran havanın içindedir. Biz onları soluruz. Beraber büyüdüğümüz bütün gençler aynı hedefleri kuşandılar. Hepimiz Anadolu taşrasından daha ileri tırmanmaya; yükselmeye; başarı, zenginlik ve saygınlık elde etmeye kilitlendik. Güdümlü füzeler gibi. Bunları herkes isterdi! Hiçbirimiz oturup kendimize hedef belirlemeye çalışmadık, zaten önümüzdeydi, zamanımızın, arkadaşların, ailelerin doğal sonuçlarıydı. ‘Çok büyük umutlar vaat eden bir gençlik” olarak büyükşehirlere, ideolojik yarışlara, cedelleşmeye, rövanşlara sürdüler bizi.
***
Her şey okuyup adam olma gibi masum bir hevesle başladı aslında. Her sınavda başarılıydık. Her bir imtihanda kazananlar listesinde ismimiz okundu. Minareye tırmanır gibi döne döne yükselişimiz göz önündeydi işte. Üniversiteler kazandık. Akademide, bürokraside, seçkin mesleklerde masalar işgal ettik.
Önümüze sürekli engeller çıkmasına rağmen. Mülakat gibi zalim bir tasfiye yöntemine tabi olmamıza rağmen.
Babalarımız bulundukları yere, statüye, sınıfa, tabakaya bakınca bizi gizli teşviklerle iteklediler. Bizim yaşama hedefimiz babaların tutkularını gerçekleştirmek biçimini aldı her zaman. Ukdeleri de diyebiliriz. “İnsan yalnızca genetik değil, ayrıca zihinsel dünyasında anne ve babasının damgasını taşıyordu.”
***
Biz çocuklar bunu çok çabuk hisseder, içselleştirir ve yaydan fırlayan ok gibi hedefe kilitleniriz. O yaşta, oyun ve oynaş arasında, hercai bir hayatın içinde bir an duraklatan, o içten dokunan kültürel darbeyi hissederiz. Ne olursa olsun başarmak arzusunu.
Ortaokulda, lisede her hazırlığı tamamlamış, silahlarını kuşanmış bir serdengeçtidir, Anadolu çocuğu. Farkında olmasa da. O gün tam adını bilmese de. Bu nedenle üniversiteye geldiğinde kaderini aşan bir rolün arayışına girer. Gündemine, millet, memleket, devlet hatta dünya oturur. O olmasa ülke parçalanır, kültür bozulur, edebiyat sanat gayri millî emellerin aracına dönüşür. Aile parçalanır, nesiller heba olur. O halde kavşakta durup kalabalıkları sevk edecek, yoldaşları ile ülkeyi kendine yakın düşürecek bir ‘dava’ bulacaktır muhakkak.
***
Okul ve ders kitapları dışında kitaplar, dergiler vardır. Zaten kasaba kendine ait değerleri olan bir beldedir. Köy değildir hemen teslim olsun. Bulunduğu kabın şeklini alsın. Kasaba çocukları bulunduğu yere rengini ve kokusunu sindirecek illaki. Bilinmez tesadüfler sonucu bir ‘üstadın’ yanına ulaşır. Bilinmeyen bir âlemden gelen şarkıların genişlettiği bir ruhun, türkülerle kurduğu geleneğe ilişkin kültürün bedenlenmiş halidir zaten o üstatlar. Ağır abiler, makasçılar gibi Anadolu’dan yola çıkanlara yürünecek istikameti gösterir, intisap edilecek merkezleri işaret eder.
Bir harekete katıldığında içindeki dağı sığdıracak alan bulamaz. Bütün önemli köşeler tutulmuştur. Vakıf dernek hiyerarşik olan tamamlanmış, sana kalan sempati sandalyesi, bağlılar salonu, alkış kuyruğudur. Oluşan rüzgâr yola “ilk çıkanın” yelkenini şişirecek. Hiçbir lider ikinci bir ismin öne çıkmasına katlanamaz Türkiye’de. Liderin, cemaatin, grubun tayin ettiği kadarı yetmez kendisinin farkında olanlara. Bütünüyle kopmasa da hareketten, bağımsızlığını koruyacak bir konuma çekilmek hem bir kaçış hem özgürlüğünü koruyabilmenin savunma hattıdır. Ona göre, düşünmekten, okumaktan, yazmaktan kaçınanlar sınırlı sorumlu rolleri kabullenir. Hâlbuki işte oradaki sadakatten ve tarafgirlikten gelecektir izzet, ikbal iktidar. Akıllı olduğunu sananlar, ahmaklara tabi olmak zorunda kalırlar.
SÜRÜDEN AYRILAN
Anadolu başarıyı ölçü alır sürekli. Tutunamayan sanatçı, bir kulübeye çekilen filozof, sultan olamayan şehzade, şehirden yüzgeri dönen ricat ehli, kaybedenler, halkımızın anlayışında kötü yola düşmüştür. Onlar matah biri sayılmaz. Sait Faik öldüğünde BBC’nin bunu haber yapmasına şaşırır, yazarı tanıyan halkımız. Aylak aylak gezen, işsiz güçsüz bir âdem baba! Neden gâvurlar değer verir, bu kadar önemli ne buldu bu insanda diye hayrete düşer. Diyojen bugün yaşasa çocuklar taşlar, eğlence diye seyrederdi halkımız.
Sürüden ayrılan, hor görmektedir yığın faaliyetlerini. İçindeki ülkenin daraltılmış, rolleri tayin edilmiş alanlara sığmayacağını yazıp konuşur. Büyüklerin tayin ve tespit ettiği çitlerin arasında iktidara, meclise, yüksek makamlara yürümek yerine Meksika’ya kaçmak, onuncu köye göçmek, fildişi kulesine çekilmek bir tercih, belki itildiği bir reddin sonucudur. Her halükârda tecride uğraması kaçınılmaz. Mesafeyi ayarladığını sandığı bir yakınlık/uzaklıktan seyretmek en güvenli alan gibi görünse de ailenin, şehrin, toplumun beklentileri, ateşe atılmaya teşne bir sürece sokar o “gençleri”.
“Vardığımız hedeflerin sahte hedefler olduğuna inanıyorum; büyük umutlar vaat eden delikanlının asıl alınyazısı bunlar değildi. Sık sık yolumu şaşırdığımı düşünüyorum: Eski hedefler artık işe yaramıyor ve yenilerini de bulacak halde değilim. Hayatımın nasıl aktığını düşündükçe kendimi ihanete uğramış ya da oyuna gelmiş gibi hissediyorum; sanki göklerdeki birileri bana bir oyun oynuyor, sanki bütün hayatım boyunca yanlış melodiyle dans edip durmuşum.” (İrvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında, s.230)
“Yaşlanan delikanlı, artık daha ilerisini göremeyeceği bir noktaya ulaştı. Yaşama amacı; benim amacım, hedeflerim, yaşamayı anlamlı kılan her şey, hepsi şu anda bana çok saçma geliyor. Bu saçmalıkların peşinden nasıl koştuğumu, bir daha ele geçmeyecek bir hayatı bunlar için nasıl harcadığımı düşündükçe korkunç bir ümitsizlik çöküyor içime.” ( age. s.232)
MODERN MAKYAVEL
Artık hayatın, ülkenin, ailenin, bütün bir milletin yanında birlikte yola çıkılanlara da kendini ispat yükü gelip binmiştir omuzlara. Bu nedenle zengin olmak, seçilmek, atanmak, göz önünde etkili görevler edinmek, her yerde var olduğunu, yaşadığını, yükseldiğini göstermek çabasına kapılır. Şöhret için değil, para kazanmak için değil kendini kabul ettirmek içindir, başkalarının hakkımızda ne düşündüğü beklentisidir bu yorgunlukların sebebi. Bizim, ülkenin, toplumun, ailenin gözündeki değerimiz, önemimiz nedir sorusu her yolu mubah kılar. Modern bir Makyavel postunda postmodern bir Prens’i yazmak toplu yapılan bir faaliyete dönüşür.
Halden hale değişim, ilke ve değerlerden feragat, inancına aykırı hayat ve iddiasını tekzip eden, tükürdüğünü yalayan kararları desteklemek, kınadığı ne varsa başına gelmek modern prensin ilk sayfasında yazılıdır.
Bulunduğumuz hal, depresyona, hicrana, kedere ve hüzne sürükler bizi. “büyük umutlar vaat eden o gençlik” başarısız olmuştur. Beklenti büyüdükçe hayal kırıklığı çoğalır. Hâlbuki köyden gelip okumuş adam olmuştur, evi, arabası, çok şükür orta halli bir statüsü vardır. Çevresinde arkadaşları, dostları bile var. Onları bağrına içtenlikle basan bir mahfil, lobi, cemaati olmasa da.
“Yoksul adam evden işe, işten eve gidip gelirken kimse onu fark etmez. Dışarıda kalabalığın içinde yürümesi ya da hiç dışarı çıkmadan kendi ‘ininde’ yaşaması hiçbir şeyi değiştirmez: her iki durumda da aynı silikliğin ve görünmezliğin içindedir.”
Onlar bu görünmezliği sindiremez. Herkesin bakmaya can attığı, sözlerine kulak verdiği, her hareketi, sözü ilgiyle karşılanan biri olmaktır muradı. Bir doktor, kaynakçıyla, hukukçu bir hademeyle aynı masada oturup kahve içmez. Fakir bir işçi kendisini bir müdürle eş göremez. Bu nedenle her şey ahrete ertelenir, boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını alacağı söylenir orada. Cennet vaadi, içinde bulunduğumuz kast’a katlanmanın hem mazereti hem ödülüdür.
STATÜ HER ŞEYDİR
Hâlbuki herkesin işi önemlidir. Çöpçüler olmasa şehirler kokuşur, sinekler basar, kanalizasyon görevlileri olmasa her yeri bk. basar. Şimdi Sosyal Sigortada müdürden, hükümette bakandan daha önemsiz diyebilir miyiz diğer bütün meslekleri?
Batıda statü ve sınıfsal konumlar önemini kaybetmiştir bugün. Bir şort bir tişörtle herkes aynı kafede bir arada bulunabilir, aristokrat ve milyonerlerin mekânlarına damlayabilir.
Oysa doğuda statü her şeydir. Doğuda havaalanını andıran makam odası, milyonluk makam araçları, korumalar, “önemli” insanların, değersiz, başarısız, fakir insanlardan üstün olduğunu anlatan göstergelerdir. Seçilmek için halka yalvaranlar, tepeden bakan tiranlara dönüşür. Şehrine, mahallesine, cenazesine kalabalık konvoylarla memleketine ziyaret yapanlara ihtiram eder halkımız. Hayranlık duyar ve saygılarını sunar. Her nasılsa can alıcı bir cümle, kırık bir şiir için kılını kıpırdatmaz. Bunlarla uğraşanları da boş işlerle meşgul görür.
***
Bir genç, hayat projesini hayal ederken kültüre bağımlıydı; ama yaşarken gerçeklere ve mensup olduğu çevrenin (grubun/ağanın/tarikatın/partinin) iradesine tabidir. Kendi seçtiği yolda yürüse, siyaset ve bürokrasi dışında bir alana yönelse “Senin için büyük umutlar besleyen insanları hayal kırıklığına uğrattın,” bile denilebilir onlara; suçluluk duygularını artıran sözler duyarlar. Travmalar da genetik çünkü. Sağ kalabilmek en büyük başarıdır bu yüzden.
Anadolu başarı diye iktidara, iktidardan koltuk kapana bakar işte. Doğal ve vatandaşlık haklarını sağlayan hukuk, adalet, mülkiyet ve çalışma özgürlüğü olmadığı için onurunu ayaklar altına alarak emniyet ve güven duygusuna teslim olur. Her başarı, biatını verdikten sonra doğacak lütfa bağlıdır çünkü. O yüzden kültürü, zihniyeti, anlayışı zalim bir sadakat, yaranma ve yarışa odaklanır. Herkesi bu sürece zorlar. İnsanı değil, statüyü önemser ahali.
Sizi şölene, ziyafete, kamusal bütçeden lütuflara, muktedirler davet edebilir ancak. Alinin ‘sözü’ güçlü olsa da Muaviye’nin zengindir sofrası. Aradan geçen çağlara rağmen insana ve iktidara ilişkin bir değişim yoktur bu coğrafyada.
Azap askeri iktidarı bu kısırdöngüyü besleyen bir süreçtir.